Güncel Haberler

Ümit Özdağ’dan STÖ mektubu

Ümit Özdağ’dan Bütün sivil toplum örgütlerinin başkanlarına yolladığı mektub.
Sayın Başkanım,
Ben başkanlık sistemine karşı olduğum için partisinden ihraç edilen bir milletvekiliyim. Türkiye’yi daha demokratik hale getireceği vaat edilen bir siyasal sisteme karşı olan bir milletvekilinin partisinden ihracı aslında ciddi bir ironidir. Ancak sadece bir siyaset bilimi profesörü değil, aynı zamanda güvenlik bilimleri konusunda uzman bir kişi olarak sizinle başkanlığa karşı çıkmamın nedenlerini paylaşmak istedim. Sizden ricam meseleye bir de benim gerekçelerim açısından bakmanız ve bir değerlendirme yapmanızdır. Onları benim ile paylaşacak vaktiniz olur ise okumaktan sevinç duyarım.
Sayın Başkanım,
Türkiye başkanlık anayasası ile bir bilinmeze doğru sürüklüyor. Üstelik, ülkemizin iç savaş ve bölünme tehlikesi ile en ağır şekilde karşı karşıya olduğu bir dönemde başkanlık referandumu gündeme getiriliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 15 Aralık günü muhtarlara yaptığı konuşmada Türkiye’nin Suriye ve Irak gibi iç savaşa sürüklenmek ve bölünmek istendiğini ifade etmiştir. Bu kadar ağır bir tehdit ile karşı karşıya olan hiç bir ülke, sistem değiştirme riskine girmez. Üstelik Cumhurbaşkanı Erdoğan bilmeli ki, başkanlık için ısrar etmek, Türkiye’yi iç savaşa sürüklemek isteyenlere büyük bir fırsat verecektir. Türkiye, Erdoğan’ın başkanlığına karşı olanlar ve onun başkanlığını destekleyenler diye ikiye bölünmüş durumdadır. Türkiye’de kitlelerin bölünmüşlüğü artık gerçek anlamda bir milli güvenlik sorunu haline gelmiştir.
Birbirine kızgınlıkla bakan Erdoğan yanlısı ve karşıtı grupların içinde, Erdoğan’a taparcasına bağlı olanlar ve ölümüne nefret edenler var. Bir taraf 15 Temmuz deneyimine, diğer taraf Gezi deneyimine sahip. Sokak deneyimi olan kitlelerin sokağa çıkması/çıkarılması kolaydır. Bütün bunlara iç savaş tahrikçilerinin son günlerde daha yoğun işitilen mezhepçi çığlıkları eklenmektedir. Hayat tarzı ve etnik zeminde bölme çabaları da devam etmektedir.
Bütün bunlar olurken, Ortadoğu iç savaşının yaşandığı Suriye ve Irak’ta, sınırları değiştirmek isteyen Batı ve Batı’nın işlerini kolaylaştıran IŞİD başta olmak üzere Selefi Cihatçı örgütler, sadece Şia’ya değil, kafir olarak gördükleri Sünnilere de savaş açmış durumdadırlar. Nedense İsrail’e hiç dalaşmayan, İsrail’i gündemlerine dahi almayan bu tekfirciler, İstanbul’a “Konstantinopolis” diyerek fethedeceklerini ileri sürmektedirler. Ortadoğu iç savaşının dalgaları, kitle imha amacı taşıyan bombalı saldırılar ile artık şehirlerimizi kan gölüne çevirebilmektedir.
Üstelik kitleler birbirlerine bu kadar kızgınlık ile bakarken savunma ve güvenlik kurumlarımız ağır bir krizden geçmektedir. TSK; FETÖ ve AKP’nin darbeleri altında travma yaşamaktadır. Ordu içinde FETÖ’cü subay oranı hala çok yüksektir. Ordumuz yeniden örgütlenmek için zamana ihtiyaç duymaktadır. Ekonomimiz de çok ağır bir krizden geçmektedir.
Özetle, Türkiye Cumhuriyeti; ordu, istihbarat, dış işleri ve ekonomisini hızla iyileştirmesi gereken bir süreçten geçmektedir. Böyle bir süreçten geçilirken ülkemizin önüne Ukrayna senaryoları koyabilecek bir politik sistem değiştirme girişimi büyük riskler taşımaktadır. Ülkemizin bugün her zaman olduğundan daha fazla milli birliğe ihtiyacı vardır. 15 Temmuz akşamı, %49 ile iktidara gelmenin iktidarda kalmaya yetmediğini, iktidarda kalmak için % 100’ün desteğine ihtiyaç duyulan zamanlar olduğunu AKP’ye öğretmiş olmalıdır. Buna sadece 15 Temmuz gecesi değil, en az önümüzdeki 2 senede de ihtiyacımız var. Ben bunun alınmaması gereken bir risk olduğunu düşünüyorum ve başkanlık sistemi ile ondan önce referanduma, süreci taşıdığı risklerden ötürü karşı çıkıyorum.
Sayın Başkanım,
Anayasa taslağına karşı çıkmamın ikinci nedeni, “Genel Gerekçe” bölümündeki temel yaklaşımdır. Hele bu yaklaşımda 1924 Anayasamıza hakaret edilmesi hiç kabul edilebilir değildir. Genel gerekçe birinci paragrafta şu talihsiz ifade yer almaktadır: “Ülkemizde anayasalar, toplum ve temsilcileri tarafından değil vesayetçi zihniyete sahip elitler tarafından, devleti sınırlamak için değil, toplumu hizaya sokmak için hazırlanmış metinler olmuştur.” 1961 ve 1982 Anayasalarının askeri darbeler neticesinde gerçekleşmiş olmasından ötürü eğer bu ifade sadece bu iki anayasa ile sınırlı olsaydı yukarıdaki ifadeye karşı çıkılmayabilirdi. Ancak, 1995, 2001 ve 2010 anayasa değişikliklerinde hangi vesayetçi anlayış hakim olmuştur? AKP, bu açıklaması ile ayrıca 1924 Anayasası’nı yapan, çok büyük bir bölümü İstiklal Harbi’mizin mimarı olan meclisin üyelerine de hakaret eden bir tutum sergilemiştir. Bu milli tarihimize karşı saygısız bir tutumdur.
Sayın Başkanım,
Anayasa teklifine karşı çıkmamın üçüncü nedeni; demokratik düzenin temeli olan güçler ayrılığı müessesesinin “Genel Gerekçe”de kendisine yer bulamamıştır. Anayasa Değişikliği Teklifi “Cumhurbaşkanı”nda birleşen bir güçler birliği (Güçlerin “Cumhurbaşkanı”nda birleşmesi durumunu) sistemini hedeflemekte, meclisin yetkilerinin önemli bir kısmını “Cumhurbaşkanı”na aktarmaktadır. Genel Gerekçenin 1961 Anayasası’nı değerlendiren üçüncü paragrafı, teklifi getirenlerin gözünde, güçler ayrılığı prensibinin bir zayıflık olarak değerlendirildiğini örtük olarak belirtmektedir. Bu durumda güçler ayrılığı müessesesi ancak “Madde Gerekçeleri” kısmına, Cumhurbaşkanlığı makamı hesabına yapılan yetki gasbını gizleyebilmek gayesiyle, uygunsuz bir şekilde girebilmiştir.
Anayasa teklifine karşı çıkmamın dördüncü nedeni, anayasa değişikliğinin keyfi ve diktacı bir yönetim kurulmasına yol açacak olmasıdır. Böyle bir keyfi yönetim getirecek olan anayasa değişikliğinin, Türk toplumunun ulaşmış olduğu demokratik kültür seviyesi göz önünde tutulduğunda TBMM’den geçmesi mümkün görünmüyor. TBMM’den geçmesi durumunda ise Türk halkının % 50’sinden fazlasının referandumda “Burası Kuzey Kore, Hitler Almanyası, Saddam Hüseyin Irak’ı değil” demesi büyük bir ihtimal. Ancak, olağanüstü hal rejimi ve medyada muhalefeti susturup baskı politikaları ile referandumda “Evet” sonucu alınması durumunda da böyle bir anayasa ile Türkiye’yi uzun süre yönetmek mümkün değildir. “Evet” çıksa da % 50-55 civarında “Evet” oyu olacaktır. Bu meşruluk değeri çok düşük bir anayasa anlamına gelecektir. Siyaset bilimine giriş kitaplarında anayasa meşrulukları anlatılırken anayasaların meşruluk değerleri % 90 “Evet” ile başlayıp aşağıya doğru iner. % 50 civarında bir “Evet” oyu toplumun nerede ise diğer yarısının karşı olduğu anayasa demek anlamına gelir. Böyle bir anayasa ile toplumsal istikrar ve siyasi süreklilik oluşturmak mümkün değildir.
Sayın Başkanım,
Bu noktada bu anayasa değişikliğine karşı çıkmamın beşinci nedeni, böyle baskıcı bir anayasaya karşı oluşacak tepki ile ülkemizin büyük bir iç çatışma ve çalkantı sürecine sürüklenmesinin büyük bir ihtimal olmasıdır. Ne yazık ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve çevresi böyle bir çatışmayı “bastırırız” düşünce ile göze almıştır. Oysa, bu tür dış dinamiklerin eklemlendiği kaos süreçlerinin nasıl sonuçlanacağı belli olmaz. Türk toplumunun büyük ölçüde kamplara ayrıldığı bir dönemde böyle bir anayasanın yürürlüğe girmesi, ülkemizin Ukraynalaşması sürecini tetikleyebilir. Unutmayın ki, Ukrayna Kırım’ı iç savaş ortamında kaybetti.
Sayın Başkanım,
Anayasa değişikliğine karşı çıkışımın altıncı nedeni, bu keyfi yönetim anayasasının en önemli araçlarından olan “Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi” müessesinin Anayasamızın ilk dört maddesi kadar önemli olan 6. Ve 7. Maddelerini ihlal etmesidir. 6. Madde Egemenliğin bir kişiye devredilemeyeceğini ifade eder. Anayasa’nın 7. Maddesi “Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez” demektedir. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi Anayasa’nın 7. Maddesi’nin ihlal edilmesidir. Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin mevcut Anayasamızdaki kanun hükmünde kararnamelere (KHK) benzer bir düzenleme olduğu iddia edilse de değildir. KHK için TBMM, KHK’nın hükümete süresi ve konusunu belirleyen yetki kanunu ile yetki vermektedir. Oysa, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi kanun etkisinde bir düzenleme olarak tek başına cumhurbaşkanı tarafından gerçekleştirilerek TBMM’nin yasama yetkisinin paylaşılması anlamına gelmektedir. Ayrıca bu düzenleme ile 150 seneden buyana devlet geleneğimize hakim olan “İdarenin Kanuniliği” ilkesi ortadan kalkmaktadır.
Ben hiçbir milletvekilinin Türk siyasi tarihine böyle bir miras bırakmak istediğine inanmıyorum. Bu yetkinin Cumhurbaşkanına devletin biçimini istediği gibi belirleme imkanı veren 12. ve 16. Maddelerle birlikte düşünüldüğünde karşımıza akıl almaz bir güç yoğunlaşması çıkmaktadır.
Cumhurbaşkanlığı kararnamesi o kadar güçlü bir araçtır ve Cumhurbaşkanının yetkilerini o kadar artırır ki “Olağanüstü Hal Yönetimi” başlıklı 119. madde neredeyse gereksiz hale gelmiştir. “Neredeyse” diyorum; zira Cumhurbaşkanı ile TBMM arasında çatışma olması durumunda Meclis’e kalan azıcık imkanı ortadan kaldırmak gerektiğinde kolayca olağanüstü hal yönetimine geçilebilecektir. Olağanüstü hallerde çıkartılan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri (olağan hallerde çıkartılan Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinden farklı olarak) kanunla çeliştiğinde kanunları geçersiz kılabilmektedir. Olağanüstü hale geçiş kurumsal anlamda kimseye karşı sorumlu olmayan Cumhurbaşkanının kararı ile gerçekleşmektedir. Olağanüstü hallerde çıkartılan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri Meclis’e sunulmadığı takdirde bir ay boyunca kanun etkisi üretebilecek, sonra kendiliğinden yürürlükten kalkacaktır.
Sayın Başkanım,
Anayasa taslağına karşı çıkmamın yedinci nedeni, değişikliğin Erdoğan’a başkan seçilmesi durumunda “özerk bölge” kurma hakkı veren düzenlemeler içermesi idi. Bu hak, taslakta Erdoğan’a veya bir başka başkana anayasanın idarenin bütünlüğü ve tüzel kişiliğini düzenleyen 123. ve merkezi idareyi düzenleyen 126. maddelerinde yapılması hedeflenen değişiklerle verilmek istenmişti. Bu ise ortaya milli ve üniter devlet düzeni için büyük bir tehdit içermekteydi.
Benim bu konuyu açıklamam üzerine Sayın Başbakan Binali Yıldırım “üniter devlet devam ediyor, özerk bölge olur mu?” cevabını verdi. Özerk bölge zaten üniter devlet yapısı içinde olur. İspanya üniter bir devlettir fakat özerk bölgelere sahiptir. Başlangıçta özerk bölge ile başlayacak süreç şartlar oluşunca federe bölgeye dönüştürülmek istenecektir. Esasen, AKP Grup Başkan vekili Naci Bostancı, tehlike geçince eyaletlerin düşünülebileceğini ifade ederken bir gerçeği dile getirmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başdanışmanı Şükrü Karatepe, anayasa değişikliği taslağının TBMM’ye verilmesinden sonra yaptığı değerlendirmede Anayasa’nın ilk dört maddesini “darbe kalıntısı olarak” nitelemiş ve kaldırmak istediklerini ortaya koymuştur.
AKP’nin içinde etkin siyasi grupların milli ve üniter devleti benimsemediği bilinmektedir. Bu gruplar milli ve üniter devlet aleyhtarı duruşlarını 2013 senesinde değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen ilk dört maddenin değiştirilmesi için TBMM’ye verdikleri değişiklik talebi ile ortaya koymuşlardır. Daha birkaç yıl önce PKK ile müzakere sürecinde İmralı’da Öcalan ile anayasa görüşüldüğü unutulmamalıdır. Başkanlık sistemi kurulduktan sonra ilk iş olarak HDP ve PKK ile yeni bir müzakere süreci başlamayacağından emin misiniz?
Erdoğan’ın federasyonu düşündüğü, eyalet modelini savunduğu gizli bir husus değildir. Erdoğan’a başkan seçilmesi durumunda bu doğrultuda adım atmasını sağlayan düzenleme, Anayasa Komisyonu’na gelen taslakta Anayasa’nın 123. maddesinin üçüncü ve 126. maddesinin ikinci fıkrasının yürürlükten kaldırılması ve yeni bir fıkra eklenmesi ile mümkün hale gelmişti. Anayasanın 2. ve 3. maddesindeki milli ve üniter devlet anlayışı ancak halihazırdaki 123. ve 126. maddeler ile anlam kazanmaktadır.
123. madde devlet teşkilatının düzenlenmesini sağlayan bir maddedir. Madde mevcut hali ile şöyledir: “İdare kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla düzenlenir. İdarenin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır. Kamu tüzelkişiliği, ancak kanunla ve kanunun verdiği yetkiye dayanılarak kurulur.”
Bu madde 3. fıkrasında yapılan değişiklikle şu hale getirilmek istenmiştir: “İdare kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla düzenlenir. İdarenin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır. Kamu tüzelkişiliği, kanunla veya Cumhurbaşkanı kararnamesiyle kurulur. Üst düzey kamu görevlilerin atamalarına ilişkin usul ve esaslar Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenir.” Böylece Cumhurbaşkanı kararnameler ile devletin esas teşkilatını kurma yetkisine kavuşacaktı.
126. maddenin eski hali ise şöyledir: “Kamu hizmetlerinin görülmesinde verim ve uyum sağlamak amacıyla, birden çok ili içine alan merkezi idare teşkilatı kurulabilir. Bu teşkilatın görev ve yetkileri kanunla düzenlenir.” Değişiklikle madde şu hale getirilmek istenmiştir: “Kamu hizmetlerinin görülmesinde verim ve uyum sağlamak amacıyla, birden çok ili içine alan merkezi idare teşkilatı kurulabilir. Merkezi idare kapsamındaki kamu kurum ve kuruluşlarının; kuruluş, görev ve yetki ve sorumlulukları Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenir.”
Bu değişikliğin gerçekleşmesiyle TBMM’de herhangi bir tartışmaya izin verilmeden, devletin kurumsal yapısını bölgesel zeminde yeniden kurma imkanı ortaya çıkacaktı. Bu değişiklik Erdoğan’a Güneydoğu Anadolu’da mesela 10 vilayeti içine alan bir özerk bölge oluşturma imkanı verecekti. Buna yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması kılıfını giydirmek hiç de zor değildi. Esasen PKK ile yapılan Oslo görüşmelerinde % 90-95 oranında uzlaşıldığını ifade edilmiştir. PKK ile yapılan müzakerelere göre ilk aşamada sözde üniter devlet modeli içinde yapılacak bu düzenleme daha sonra anayasanın ilk dört maddesinin değiştirilmesi ile federe bölgeye dönüşecektir.
“Başkan Erdoğan”ın tek başına yapabileceği bir özerk bölge değişikliğinin TBMM’den çıkma ihtimali yoktur. Çünkü kamuoyu derhal ayağa kalkacak, AKP geri adım atmak zorunda kalacaktır. Ancak anayasanın 123. ve 126. maddelerinde yapılan böyle bir düzenlemeden sonra Türkiye bir sabah uyandığında Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile özerk bölgeyi veya bölgeleri kucağında bulacaktı. Aslında bu madde değişiklikleri Erdoğan’a başkan seçilmesi durumunda devleti tekrar kurma imkanı verecekti.
Sayın Başkanım,
Türkiye Cumhuriyeti devletini Gazi TBMM kurmuştur. Devlet teşkilatı TBMM’de yapılan ciddi tartışmalar sonunda kurulmuştur. Benim karşı çıkışım ile konunun gündeme gelmesi üzerine Anayasa Komisyonu’nda yapılan tartışmalar neticesinde Anayasa Değişikliği Yapılması Hakkında Kanun Teklifi’nin 15. Maddesi, yani 126. Maddede yapılmak istenen değişiklik tamamen çıkarılmıştır. Ancak 123. Madde de 14. Madde ile yapılmak istenen değişiklik Anayasa Komisyonu’nda yapılan değişiklik ile ikiye bölünerek 8. Madde (Madde 104) ile 16. Maddenin B Fıkrasının (Madde 123) içine adeta gizlenmiştir.
Eğer Anayasa değişikliği gerçekleşir ise 123. Madde şu şekilde olacaktır: “İdare kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla düzenlenir. İdarenin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır. Kamu tüzelkişiliği, ancak kanunla veya Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kurulur.” Sonuç olarak, Cumhurbaşkanına kararnameler ile nereye gideceği belli olamayacak şekilde devlet teşkilatını düzenleme yetkisini muhafaza ettiği gerçeğinin altını çizmek isterim. Cumhurbaşkanı, 123. Madde’nin yeni hali ile örneğin bir çok ili içine alan koordinatör valilikler kurup, koordinatör valilerin yetkilerini bölgesel yönetimler kurabilecek şekilde düzenleyebilir. Erdoğan’ın bu yetkiyi yeni bir müzakere ve çözüm sürecinde üzerinde İmralı’da ve Oslo’da uzlaşılan, Dolmabahçe’de ilan edilen iki milletli devletin temellerini oluşturacak şekilde kullanmayacağından kim emin olabilir?
Değerli Başkanım,
Anayasa değişikliğine karşı çıkışımın sekizinci nedeni, Anayasa değişikliğinin ruhunda Cumhurbaşkanının açık bir şekilde TBMM’ye üstünlüğünün kurulmak istenmesidir. Örneğin, Meclis’in, seçimleri ancak 3/5 çoğunlukla, Cumhurbaşkanının ise koşulsuz olarak yenileyebilmesi teklif edilmektedir. Bu talep, güçlerin dengelenmesi değil, Meclis’in açıkça etkisizleştirilmesidir. “Bütçe kanununun süresinde yürürlüğe konulmaması halinde, bir önceki yılın bütçesi yeniden değerleme oranına göre artırılarak yürürlüğe konur” ifadesini içeren 15. Madde, TBMM’nin bütçeyi onaylamamak suretiyle Cumhurbaşkanını denetlemesini bile imkansız hale getirmektedir.
Sayın Başkanım,
Türkiye’de sivil topluma, basın ve yayın organlarına, üniversitelere ve iş dünyasına uygulanan baskıların oluşturduğu korkudan dolayı konuşmanın fikir beyan etmenin zor olduğunu biliyorum. Ancak itirazsız geçen her gün ülkemizi biraz daha felakete sürüklemektedir. Artık bedeli ne olur ise olsun itiraz vakti gelmiştir. Çünkü itiraz edilmediği takdirde hepimizin birlikte ödeyeceği bedel bugün ödeyebileceğimiz bedelden daha yüksek olacaktır.
Saygılarımla
Ümit Özdağ
Gaziantep Milletvekili

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Ekim 2024
P S Ç P C C P
 123456
78910111213
14151617181920
21222324252627
28293031